15 Mart 2010 Pazartesi

Giriş

Nasıl Bir Dünyada Yaşıyorsunuz?

Sert bir zeminin üzerinde uzanan, içinde insanların, ağaçların, denizlerin veya binaların bulunduğu, üzerinde bulutların gezindiği, daha yukarıda dev bir uzay boşluğunun uzandığı bir dünya mı burası?

Siz de bu dünyanın içindeki milyarlarca insandan birisi misiniz?

Eğer bu sorulara "evet" cevabı verirseniz yanılmış olursunuz.

Eğer bu sorulara "evet" cevabı veriyorsanız, sizin için çok önemli olan bir gerçeği muhtemelen hayatınız boyunca göz ardı etmişsiniz demektir.

Çünkü siz üstte tarif edildiği gibi bir dünyada yaşamıyorsunuz. Aslında dünyanız çok daha küçük. Bu dünyanın içinde, değil milyarlarca kilometrelik mesafeler ya da ışık yılı uzaklığındaki galaksiler, birkaç metrelik bir uzaklık dahi yok. Siz aslında çok küçük ve kapalı bir mekanda yaşıyorsunuz: dev bir kulenin tepesindeki küçücük, kapısı mühürlenmiş bir odada. Bu odadan hayatınız boyunca hiç çıkmadınız. Bu odayı terk edip hiçbir yere gidemediniz. Sadece, odanın duvarlarına yansıtılan farklı şekiller, insanlar, mekanlar gördünüz. Odanın içindeki gizli hoparlörlerden çıkan sesleri duydunuz. Gerçekte kulenin tepesindeki bu küçük odada sizden başka hiç kimse yok. Yapayalnızsınız!

Söz konusu kule sizin bedeniniz, bu kulenin tepesindeki küçük oda (yani sizin dünyanız) ise beyninizdir.

Beyniniz, sizin içinden hiçbir zaman çıkamadığınız kapalı bir odadır; çünkü sizin aslını gördüğünüzü zannettiğiniz herşey, aslında beyninizin görme, işitme veya dokunma merkezlerinde duyumsadığınız algılardan ibarettir. Hiçbir zaman algılarınızı aşıp "gerçek madde"ye, dışarıda var olan maddenin aslına asla ulaşamazsınız. Beyninizin görme merkezine gelen elektrik sinyallerini seyreder, hiçbir zaman bu sinyallerin gerçek kaynağını göremezsiniz. Adeta, kapalı odanızın duvarındaki sinema perdesini seyreder, ama hiçbir zaman perde üzerindeki görüntülerin aslına ulaşamazsınız.

Bu kitapta size bu gerçeği anlatacağız. Burada anlatılanlar, şimdiye kadar alışmış olduğunuz pek çok düşünce ve kavramla büyük olasılıkla ters düşecektir. Ancak burada anlatılanlar, felsefi bir görüş ya da farklı bir yorum biçimi değil, bilimin ortaya koyduğu delillere dayanan somut bir gerçektir. Bu nedenle, alışkanlıklara dayanmadan, akıl ve mantıkla düşünüldüğünde bu gerçeğin reddedilmesi mümkün değildir.

Ve unutmayın ki, gerçeği göz ardı etmek, düşünmemek insanlara hiçbir şey kazandırmaz. Eğer kişi, "hayır ben kapalı bir odada değil, dev bir evrenin içindeki bir gezegenin üzerinde yaşıyorum" diyorsa, bunu ispat etmesi gerekir. İspat edemediği halde böyle bir düşünceye körü körüne inanmak, insanı ancak yanılgılara sürükler.

Beyindeki Küçük Dünya

İnsanlar, oldukça inandırıcı görünen görüntülere aldanabilir ve bu görüntüleri "gerçek madde" sanabilirler.

Tarihteki ilk "sinema gösterisi", bunun ilginç bir örneğidir. 1895 yılında Auguste ve Louis Lumierez adlı iki Fransız mucidin Paris'te yaptıkları bu ilk gösteride, istasyona yaklaşmakta olan bir trenin görüntüsü perdeye yansıtılmış, ancak salondaki izleyicilerin çoğu, trenin kendilerini ezeceğinden korkarak panik halinde dışarı kaçmışlardır.


1895 yılındaki ilk sinema gösterisinde izleyiciler, sinema perdesindeki treni gerçek zannedip panik halinde dışarı kaçmışlardır.

Günümüzde üç boyutlu görüntü oluşturan özel gözlükler sayesinde, izlenen görüntülerin gerçekten var olduğu hissi uyanmaktadır.

Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, bir görüntüyü "gerçek" sanabilmemiz, görüntüdeki teknik kalite ile yakından ilgilidir. İlk kez bir sinema perdesi gören insanlar, bu o dönem için çok üstün bir teknoloji olduğu için, gördükleri trenin "gerçek" olduğunu sanmış ve paniğe kapılmışlardır. Bugün ise aynı etki, hologram (üç boyutlu görüntü) oluşturan özel gözlükler sayesinde elde edilebilmektedir. Bu gözlüğü takan insanlar, gözlerinin önünde oluşturulan sanal dünyanın gerçek olduğu hissine kapılmakta, bu hisse göre davranmaktadırlar. Oysa bu esnada, bunun tamamen sanal bir görüntü olduğunu kesin olarak bilmektedirler.

Peki "gerçek dünya" dediğimiz görüntülerin durumu nedir? Bunlar da teknik kaliteleri nedeniyle bizi yanıltan birer hologram olabilirler mi?

Bu sorunun cevabını bulmak için, öncelikle "görme"nin ne olduğu hakkındaki bilgilerimizi yeniden düşünmemiz gerekir.


DIŞARIDA IŞIK YOKTUR

Günümüzde bilim adamlarının son bilimsel bulgular ışığında vardıkları ilginç bir gerçek vardır: Dünyamız gerçekte zifiri karanlıktır. Çünkü bugün artık bilinmektedir ki, ışık tamamen subjektif bir kavramdır; yani insanların beyninde bir algı olarak oluşur. Gerçekte dış dünyada ışık yoktur. Ne lambalarımız, ne araba farları, ne de en büyük ışık kaynağımız olarak bildiğimiz Güneş gerçekte ışık saçmaz.

Güneş ve diğer "ışık kaynakları", sadece çok çeşitli dalga boylarında farklı türde elektromanyetik parçacıklar saçar. Bu parçacıklar, yapılarının öngördüğü şekilde evrene yayılır. Bunlardan bir kısmı dünyamıza ulaşır ve yine yapılarının gerektirdiği çeşitli etkiler oluşturur. Bu etkiler, parçacığın hacmine, ağırlığına, hızına, frekansına göre değişir.

Örneğin birçok radyoaktif parçacık vücudumuzun içinden geçip gider. Onları ancak kurşun levhalar durdurabilir. Bu parçacıkların bazıları o denli ağır ve enerji yüklüdürler ki, çoğu zaman çarptıkları molekülü parçalayarak yollarına pek sapmadan devam ederler. Bu, radyasyonun kansere yol açmasının altında yatan nedendir. Daha güçsüz bir tür radyasyon olan röntgen ışınlarından yararlanılarak röntgen makinaları üretilmiştir. Bu makinaların yaptığı iş, radyo dalgalarının oluşturduğu etkiyi "görülebilen ışığa" çevirmek, yani gözlerimiz tarafından algılanabilir hale getirmektir.


Radyo dalgaları hiçbir duyumuz tarafından algılanamaz, ancak evlerimizdeki radyolar bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirir.

Gözle göremediğimiz ışınlardan birisi de tıpta kullanılan X ışınlarıdır.

Radyo dalgaları parçacık içermedikleri için çarpışma anında insana zarar vermezler. Bu dalgalar hiçbir duyumuz tarafından algılanamaz, ancak evlerimizdeki radyolar bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirir. Radyoda bir yayın yokken duyulan hışırtı, aslında Güneş ve tüm yıldızlar tarafından evrenin başlangıcından bu yana yayılan kozmik fon radyasyonunun "sesidir". Burada "ses" kelimesi ile kastedilen, bu dalgaların radyolarımız tarafından işlenerek kulaklarımız tarafından duyulabilir hale getirilmesinden sonra beynimizde oluşturdukları algıdır.


Akkor haline gelen soba kızıl ötesi ışın yayar.

"Işık" dediğimiz algıya kaynaklık eden fotonlar ise çok daha hafif parçacıklardır ve çoğunlukla ilk çarptıkları atomdan sekerler. Üstelik bunu yaparken çarptıkları yere pek bir zarar da vermezler. Frekansları, yani titreşim hızları nedeniyle daha fazla enerji yüklü olan morötesi (ultraviyole) ışınları, cildimize nüfuz edebilir ve bazen genetik şifremizde bozulmalara neden olabilir. Belli saatlerde güneş ışığına çok fazla maruz kalmanın kansere neden olabilmesi bundandır.

Frekansları gereği kızıl ötesi (enfraruj) olarak adlandırılan fotonlar ise çarptıkları yüzeyde enerjilerinin bir kısmını bırakırlar ve buradaki atomların titreşim hızını, yani ısısını artırırlar. Bu yönleriyle kızıl ötesi ışınlar, ısı ışınları olarak da adlandırılır. Akkor haline gelmiş bir kömür sobası veya bir elektrik sobası bol miktarda kızıl ötesi ışın yayar. Bu ışınlar cildimiz tarafından sıcaklık hissi olarak "görülür", yani algılanır.

İşte fotonların bir kısmı da vardır ki frekansları morötesi ve kızıl ötesi ışınların arasında kalmıştır. Bunlar gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düştüğünde buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte birer parçacık olan fotonları "ışık" olarak algılarız. Eğer gözümüzdeki hücreler fotonları "ısı parçacıkları" olarak algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak, cisimlere baktığımızda onların sadece "sıcak" veya "soğuk" olduklarını hissedecektik.

GÖREN, GÖZ DEĞİLDİR

Bu ana kadar radyasyon türleri üzerinde bu şekilde teknik açıklamalar yapmamızın nedeni, bunların bulundukları ortamda "ışık" adlı bir etki oluşturmadıklarının anlaşılması içindi. Söz konusu radyoaktif parçalar hareket ederler, çarparlar, sekerler, bazen kırar ve bozarlar, fiziksel ve kimyasal etkiler oluştururlar. Fakat oluşturdukları etkilerin hiçbiri ışık olarak adlandırılamaz.

Bizim bu parçaların bazılarını "ışık ışınları" olarak adlandırmamızın tek nedeni, bunların gözümüz tarafından algılanmasıdır. Gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düşen fotonlar, buradaki algı hücreleri tarafından elektrik akımına dönüştürülürler. Bu elektrik akımı sinirler tarafından beyindeki görme merkezine taşınır. Beyindeki görme merkezi bu elektrik akımlarını yorumlayarak bir görüntü oluşturur.

Bu sisteme baktığımızda ilginç bir sonuca varırız: Aslında gözümüzün "görme" gibi bir özelliği yoktur. Göz, sadece fotonları elektrik sinyaline çeviren bir ara birimdir. İdrak etme kabiliyeti yoktur. Çevremizi sardığını düşündüğümüz pırıl pırıl dünyayı seyreden göz değildir. Işık veya renk hissi gözde oluşmaz.

Bu konuyu daha iyi kavrayabilmek için görmenin teknik tanımını biraz daha detaylandıralım.


Aslında gözümüzün "görme" gibi bir özelliği yoktur. Göz, sadece fotonları elektrik sinyaline çeviren bir ara birimdir.

Biz her bir frekanstaki (titreşimdeki) fotonlara bir renk adı veririz. Fotonun titreşim boyuna göre kırmızı, mavi veya sarı deriz. Tüm frekansların bileşimi ise beyazı oluşturur. Kağıt beyazdır, çünkü her frekansı yansıtır ve bunların bileşimi beyazı meydana getirir. Yaprak yeşildir, çünkü yalnızca yeşil renk hissi veren frekanslardaki fotonları yansıtır, geri kalanları emer. Cam saydamdır, çünkü fotonlar hemen hemen hiçbir engelle karşılaşmadan camın içinden geçerek bize ulaşabilirler. Siyah bir kumaş, tüm fotonları soğurduğu için geriye hiçbir şey yansımaz. Yani buradan gözümüze fotonlar ulaşmaz, biz de onu karanlık yani siyah olarak algılarız. Ayna görüntüyü kopyalar, çünkü yansıtma yüzeyi pürüzsüzdür ve gelen ışınlar çarpıp sektikleri anda birbirlerine olan paralellikleri hemen hemen hiç bozulmaz.

Bu bilgiler, ışık, karanlık, beyaz, yeşil, saydam gibi kavramların beyinde oluşan algıdan ibaret, tamamen göreceli tanımlar olduğunu göstermektedir. Gerçekte dış dünyada ne ışık, ne de renk vardır. Sadece bizim bu şekilde yorumladığımız radyasyon türleri vardır. Yorum tamamen bize aittir. Gözde oluşacak bir hata veya yapısal bir farklılık, gelen fotonları farklı elektrik sinyallerine dönüştürecek ve beyindeki görme merkezi aynı özellikte dahi olsa, göz tarafından işlenen sinyaller, aynı cismin çok farklı şekillerde algılanmasına neden olacaktır. Renk körleriyle normal görenlerin belli renkleri çok farklı algılamaları ve yorumlamaları bundandır.

Kısacası, bizim ışık veya renk olarak yorumladığımız foton hareketleri, zifiri karanlık bir ortamda gerçekleşen fiziksel olaylardan başka bir şey değildir. Göz de dahil olmak üzere tüm vücudumuz ve 3 boyutlu, rengarenk bir mekan olarak gördüğümüz, kimi insanların kesin olarak var olduğunu iddia ettikleri tüm maddi alem, bu karanlığın içinde yer alır.

DIŞ DÜNYA İLE SİZİN ARANIZDAKİ ÜÇ AŞAMALI DUVAR

Dikkat edilirse, bilimin ortaya koyduğu bu sonuçlar bize çok önemli bir gerçeği göstermektedir: Biz dış dünyadaki maddenin aslı ile hiçbir zaman muhatap olamayız.

Örneğin karşısına geçip seyrettiğimiz bir televizyonun kendisini hiçbir zaman göremeyiz. Bize sadece bu televizyondan çıkıp gelen veya ona çarpıp yansıyan fotonlar ulaşır. Bunlar ışık değil, parçacıklardır. Bir duvara çarpan tenis topunun geri sekmesi ve bizim de sadece bu topu görmemiz gibi bir durumdur bu. Yani daha bu aşamada televizyonun aslından bir aşama kopmuş oluruz. Fotonlar gözümüze gelip retina hücrelerine çarptığında ise, buradaki enzimler tarafından elektrik enerjisine çevrilirler. Yani televizyonun aslından ikinci bir aşama daha koparız. Bu elektrik enerjisi sinirler tarafından beynimizdeki görüntü merkezine ulaştırıldığında, bir kez daha değişikliğe uğrar ve "görüntü" dediğimiz forma bürünür. Bu, üçüncü aşamadır. Tek bir aşama bile "gerçek televizyon" ile bizim aramızdaki bağlantıyı koparmaya yetecek iken, bu iş tam üç farklı aşamada üç kez gerçekleşir.


Görüntü üç aşamadan geçerek beynimize ulaşır. Bu tıpkı 'kulaktan kulağa' oyunundaki gibidir. Son kişinin kulağına fısıldanan sözcüklerin ilk kişinin fısıldadığı sözcüklerle aynı olduğundan hiçbir zaman emin olamayız.

Bir örnek vermek gerekirse, bu, birbirine kapılarla bağlanmış 3 ayrı odanın içindeki 3 kişiyle kulaktan kulağa oynamak gibidir. Sizin kulağınıza fısıldanan cümleyi gerçekten ilk kişi mi söylemiştir; ikinci veya üçüncü kişi bunu değiştirerek mi aktarmışlardır; üçüncü kişi bunu tamamen kendisi mi ortaya atmıştır; bunların hiçbirinden emin olamazsınız. İlk ve ikinci kişilerin aslen neyi söylediklerinden bile emin olamazsınız.

Konuyu daha da iyi açıklayacak bir başka örneği şöyle verebiliriz: Sizi bir deney için 1 yıllığına dış dünyaya tamamen kapalı bir yeraltı odasına kapattıklarını farz edin. Dış dünyayla yegane bağlantınız da önünüzdeki kapalı devre televizyon ekranı olsun. Odaya girip de ekranı ilk açtığınızda şöyle bir yazıyla karşılaşıyorsunuz: "Bu ekranda izleyeceğiniz görüntüler, Afrika kıtasında canlı olarak yayın yapan kameralardan aktarılmaktadır. Bu kameraların tespit ettiği görüntüler canlı olarak uydulara aktarılmakta, uydulardan bu odanın yukarısındaki vericilere yollanmakta, buradan da sizin ekranınıza taşınmaktadır".

Bu mesajın doğru olup olmadığından hiçbir zaman emin olamazsınız, çünkü görüntünün aktarıldığı her aşamada, görüntünün yapay bir kaynaktan gelmesi mümkündür. Afrika kıtasında çekim yaptığı iddia edilen kameralar, aslında yıllar önce çekilmiş bir video kaseti gösteriyor ve uydu üzerinden bu kaset size ulaşıyor olabilir. Dahası, ortada hiçbir kamera ve uydu olmayıp, size sadece yan odadaki bir video cihazından kaset izlettiriliyor olabilir. Afrika kıtasına bizzat gitmedikçe bunu bilemezsiniz. Ama odadan çıkamadığınıza göre, Afrika'ya gidip olayların "aslını" görmeniz de asla mümkün olmaz.



Ekranda canlı olarak izlediğimizi zannettiğimiz görüntünün aslında yan odadaki bant yayını ile bize ulaştırıldığını bilemeyiz

Buna rağmen yine de bu odaya girmeden önce dış dünya hakkında edindiğiniz bilgiler ve bu odadan bir zaman sonra tekrar çıkacak olduğunuzu bilmeniz, size ekranda gördüklerinizin "asıl" olduğuna dair bir kanaat sağlayabilir. Ancak eğer bu oda, sizin doğduğunuz günden bu yana hayatınızı geçirdiğiniz yer ise? Hayatınız boyunca bu odadan hiç çıkmıyorsanız? Hayatınız boyunca "dış dünya" olarak sadece önünüzdeki ekranı görüyorsanız? O zaman, bu ekranda gördüğünüz şeylerin "aslıyla muhatap olduğunuzan" dair hiçbir kanıt kalmaz. Çünkü muhatap olduğunuz tek şey, ekrandaki görüntülerdir.

Görme duyusu için anlattığımız bu gibi gerçekler, işitme, dokunma, tat ve koku algıları için de geçerlidir. Bunların her birini beynimizdeki kapalı odaların (işitme, dokunma, tat ve koku merkezlerinin) içinde algılarız. Bunların dış dünyadaki gerçek karşılıklarına asla ulaşamayız. Dinlediğimiz bir radyonun sesi, beynimizdeki işitme merkezinin içindedir. Dışarıda herhangi bir ses yoktur, sadece "ses dalgası" dediğimiz fiziksel hareketler vardır. Bu fiziksel hareketler çeşitli aşamalardan geçtikten sonra bize elektrik sinyali olarak gelmektedir. Birer elektrik sinyali olarak algıladığımız sesin dışarıda gerçek bir karşılığı olup olmadığını asla bilemeyiz. Üstteki kapalı oda örneğinin üzerinde tekrar düşünürsek, bize "Afrika ormanlarındaki aslanların kükremesi" olarak dinletilen sesler, gerçekte kapalı odamızın hemen yan tarafındaki bir stüdyoda oluşturulan yapay sesler olabilir.

KENDİ BEDENİMİZ VE RÜYALARIMIZ

Buraya kadar konuyu daha kolay kavramak için hep diğer cisimlerden söz ettik. Bir televizyonun aslını göremeyiz, bir radyonun aslını işitemeyiz. Tüm görüntüler, sesler, kokular ve tatlar beynimizdeki ilgili merkezlerin içinde oluşan kavramlardır. Dışımızdaki bir dünyanın içinde değil, içimizdeki bir dünyada yaşarız.

İnsanların bu açık gerçeği kavramakta zorlanmalarına neden olan bir etken, kendi bedenleri konusunda yanılmalarıdır. Aşağıya baktıklarında gördükleri beden ve bu bedenin her tarafından kendilerine ulaşan dokunma algıları, onların dünyayı yanlış algılamalarına yol açar. Bu bedenin verdiği izlenim nedeniyle, sanki bir "dış dünya"nın içinde yaşadıkları hissine kapılırlar.

Oysa söz konusu bedenin de, diğer cisimler gibi beynimizdeki algısıyla muhatap oluruz. Bedenimize dair tüm bilgilerimiz, yani bedenimizin görüntüsü ve beynimize ulaşan dokunma hisleri, beynimizin ilgili algı merkezlerindedir.

Rüyalarımızı düşünürsek bu konuyu daha kolay kavrayabiliriz. Rüyanızda kendinizi tamamen hayali dünyalar içinde görürsünüz. Etrafınızda gördüğünüz cisimlerin ve insanların hiçbir gerçekliği yoktur. Üzerinde yürüdüğünüz toprak, yukarıdaki gökyüzü, gördüğünüz evler, ağaçlar, arabalar ve diğer herşey tamamen hayaldir; maddi bir karşılıkları yoktur. Ve hepsinin yeri, sizin beyninizin içidir. Beyninizde, daha doğrusu zihninizde vardırlar ve bundan başka bir yerde de değildirler.

Dikkat ederseniz, aynı durum rüyanızda gördüğünüz kendi bedeniniz için de geçerlidir. Rüyanızda da, şimdi olduğu gibi, aşağıya doğru baktığınızda eli-kolu olan, yürüyen, nefes alan, dokunma hisleri olan bir beden görürsünüz. Bu beden rüya dışındaki gerçek hayatta gördüğünüz bedenden bir hayli farklı da olabilir. Belki kendinizi üç kollu, dört bacaklı garip bir canavar gibi de görebilirsiniz. Bu üç ayrı kolun üçünde de dokunma duyusu hissedebilirsiniz. Bir başka rüyada ise, kendinizi kanatları olup uçabilen bir canlı olarak görebilir, bu kanatları gayet inandırıcı bir şekilde hissedebilirsiniz. Bir rüyada görülebilecek olan bu sanal bedenlerin hepsi, sadece sizin zihninizde yer alan, ama sanki zihninizin dışındaymış gibi hissettiğiniz algılardan ibarettir.

Rüya örneği bize şunu gösterir: Bedenimizi çok gerçekçi bir şekilde hissetmemiz, gerçekten fiziksel anlamda böyle bir bedene sahip olduğumuzu göstermez. Ortada hiçbir fiziksel beden yokken de, tamamen zihnimizin içindeki bir beden algısını "vücudumuz" olarak görüp hissedebiliriz.


Rüyada kendimizi uçarken görebiliriz ama bu, bizim gerçekten uçabildiğimizi göstermez. Biz yine de rüyamız sırasında uçabildiğimize inanırız.

Peki rüyalar ile "gerçek hayat" arasındaki fark nedir? Rüyaların gerçek hayat dediğimiz algılara göre daha süreksiz, mantıksal yönden tutarsız ve düzensiz olduğu doğrudur. Ama bunun dışında, teknik olarak, rüya ile "gerçek hayat" arasında fark yoktur. Çünkü her ikisi de, beynin içindeki algı merkezlerinin uyarılması yoluyla oluşur.

Önceki sayfalarda "gerçek hayat" dediğimiz algıların görme merkezi, işitme merkezi gibi beyin bölümlerinde yaşandığını incelemiştik. Bir ansiklopedik kaynakta, rüyanın da aynı şekilde yaşandığı şöyle anlatılır:


Rüyada kendimizi kanatlı bir yaratık olarak gördüğümüzde, buna inanırız.

Rüya görmek, diğer tüm zihinsel işlemler gibi, beynin ve aktivitelerinin bir ürünüdür. Bir insan ister uyanık isterse uykuda olsun, beyin daimi olarak elektriksel dalgalar verir. Bilim adamları bu dalgaları "elektroensephalograf" adı verilen bir cihazla ölçerler. Uykunun büyük bölümünde, beyin dalgaları geniş ve yavaştır. Ama bazı belirli zamanlarda, daha küçük ve hızlı hale gelirler, gözler sanki rüya gören kişi bir seri olayı seyrediyormuş gibi oldukça hızlı hareket etmeye başlar. Uykunun REM (Rapid Eye Movement-Hızlı Göz Hareketi) denen bu kısmı, rüyaların çoğunun oluştuğu bölümdür. Eğer kişi REM sırasında uyandırılırsa, gördüğü rüyanın detaylarını büyük olasılıkla hatırlayacaktır… REM uykusu sırasında, beyinden kaslara sinyal gönderen sinir yolları bloke olur. Dolayısıyla rüyalar sırasında beden hareket etmez. Ayrıca serebral korteks (beynin yüksek zihinsel işlevlerle ilgili kısmı) REM sırasında, rüya görülmeyen uyku bölümlerine göre çok daha aktiftir. Korteks, beynin "beyin sistemi" adı verilen bölümünden gelen nöronların (sinir hücrelerinin) taşıdığı impulslar (uyarılar) tarafından harekete geçirilir. (World Book Multimedia Encyclopedia, "Dream", World Book Inc., 1998)

Yani rüya beynimizin ilgili merkezlerine gelen impulsların (uyarıların) yorumlanmasıyla oluşan bir algılar bütünüdür.

Dikkat ederseniz, "gerçek hayat" dediğimiz yaşam da tamamen aynı şekilde oluşur: Beynimizin ilgili merkezlerine gelen uyarılar, bu merkezlerde yorumlanır ve biz bu algılar bütününü "dış dünya" olarak algılarız.

Buradaki kritik soru, bu algıların kaynağının ne olduğu sorusudur. Alışkanlıklarımız, bizi hep "aslıyla muhatap olduğumuza inandırmıştır. Oysa, dışarıda madde vardır, ancak biz o maddenin aslını hiçbir zaman bilemeyiz.

Konuyu daha iyi anlamak için rüya üzerinde düşünmeye devam edelim. Rüya gören bir insana şunu soralım: "Gördüğün algıların kaynağı nedir?" Bu soruya büyük olasılıkla "dış dünyadaki cisimler ve bunları algılayan bedenim" diyecektir. Ama ortada ne bir dış dünya, ne de bu dünyayı algılayan bir beden vardır. Gördüğü herşey, beynindeki ilgili merkezler tarafından algılanan sinyallerden ibarettir.

Bizim de gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, tadını ve kokusunu aldığımız herşey, beynimizdeki ilgili merkezler tarafından algılanan sinyallerden ibaret olduğuna göre, o zaman dış dünyanın aslıyla muhatap olduğumuzdan nasıl emin olabiliriz?

Emin olacağını iddia eden kişi, aynı zamanda kendisinin "kulenin tepesindeki küçük adam" olduğunu da iddia etmiş olur.

Nedenini bir sonraki bölümde inceleyelim.

Kulenin Zirvesindeki Küçük Adam


Taşa atılan tekme, o taşın var olduğu anlamına gelmez. Taş sadece beyindeki bir algıdan ibarettir. Aynı algıyı rüyada da hissedebiliriz, ama rüyamızdaki taş da gerçekte yoktur.

Bir önceki bölümde incelediklerimizi kısaca özetleyelim: Bizim gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz ve adına "madde" dediğimiz şeylerin aslını hiçbir zaman bilemeyiz. Biz aslında beynimizde izlediğimiz algılarla muhatap oluruz. Hiçbir zaman beynimizden dışarı çıkıp gördüklerimizin, duyduklarımızın, dokunduklarımızın aslıyla muhatap olamayız, bunların asıllarının nasıl olduğunu kontrol edemeyiz. Rüya ile gerçek hayat arasında teknik bir fark yoktur, her ikisini de beynimizde görürüz. Bizim çok büyük sandığımız dünya, aslında beynimizin içine sıkışmış bir algılar bütünüdür. Bizden milyarlarca kilometre uzakta sandığımız dev galaksiler, beynimizdeki görüntü merkezinde yer alan, yani bizim "uzağımızda" değil, aksine "içimizde" var olan algılardır.

Bu, insanların çoğunun, belki de tamamına yakınının habersiz olduğu çok büyük bir gerçektir. Ama başkalarının bu gerçekten habersiz olması, bizim için bir bahane oluşturmaz. Çünkü söz konusu "başkalarını" da beynimizin içinde görürüz. Bir görüntüyle muhatabız ve gördüklerimizi anlamakla sorumlu olan biziz. Gördüğümüz insanların hepsi bize "bu dünyanın aslını görüyorsunuz, kopyasını değil " dese de, bu bir şeyi değiştirmez. Rüyanızda da binlerce insanın bir ağızdan "bu bir rüya değil, gerçek" dediklerine tanık olabilirsiniz. Ama biraz sonra rüya biter ve bu kişiler bir anda kaybolurlar. Çünkü birer algı olmak dışında, zaten hiç var olmamışlardır. Gerçek hayat da bir gün -ölümle birlikte- böyle bitecek ve gördüğümüz tüm varlıklar (bize "bu, dünyanın aslı" diyen insanlar dahil) kaybolup gidecekler, onların yerine yepyeni bir alem karşımıza çıkacaktır. Bu, ahiret alemidir. Allah, dünyadaki gölge varlıkları kendilerine hayat amacı haline getiren veya onlardan medet uman ve böylece onları putlaştıran insanların ölüm anındaki durumunu Kuran'da anlatırken bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:

… Nihayet elçilerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: "Allah'tan başka taptıklarınız nerede?" "Onlar bizi bırakıp-kayboldular" diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten kâfirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler. (Araf Suresi, 37)

Burada anlattığımız gerçeğe itiraz edenler, materyalistlerdir. Yani maddenin mutlak varlık olduğunu, insan zihninin de maddenin bir türevi olduğu yanılgısına inananlar . Materyalistler genelde burada anlatılan gerçeği, yani maddenin aslına hiçbir zaman ulaşamadığımız gerçeğini düşünmek ve tartışmak istemezler. Hatta çoğu zaman buna sinirlenirler. Madde dediğimiz kavramın gerçekte zihnimizdeki algı halini bildiğimiz, 18. yüzyılda ünlü İngiliz düşünür ve din adamı George Berkeley tarafından sistemli bir biçimde açıklandığında, materyalistler öfkeli tepkiler vermişlerdir. Aynı dönemde yaşayan materyalist düşünür Samuel Johnson, bir taşa tekme atmış ve "işte Berkeley'i çürüttüm" diye bağırmıştır. Oysa Johnson'ın -ve daha sonra benzer cevaplar veren diğer materyalistlerin- ilkel tepkisi sadece konuyu anlamaktan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Çünkü ne taşlara tekme atmaları ne duvarları yumruklamaları, maddenin aslıyla muhatap olduklarına dair bir delil oluşturmaz. O anda yaptıkları ve hissettikleri herşey, birer algı olarak beyinlerinin içindedir. Taşa tekme atan da beynin içindeki taşa tekme atmakta, duvarı yumruklayan da beynin içindeki duvar görüntüsünü yumruklamaktadır. Nitekim rüyalarında da taşları aynı gerçekçilikle tekmeleyebilirler; ama onlar da kabul edeceklerdir ki taş sadece beyinlerindeki bir algıdır.

Materyalistlerin bu konudaki direnişlerinin temelinde yine çoğu zaman bu konuyu kavrayamayışları yatar. Maddenin mutlak varlığına kendilerini dogmatik bir biçimde inandırmışlardır ve bunu sorgulamaktan şiddetle kaçınırlar. Biz onları biraz daha samimi düşünmeye davet ediyoruz. Ve düşünmek istemedikleri bir gerçeği onlar için düşünüp açıklıyoruz:

Bu gerçek, eğer maddenin aslıyla muhatap olduklarını kabul ediyorlarsa, kendilerini de "kulenin tepesindeki küçük adam" olarak kabul etmeleri gerektiğidir.

KULE VE ZİRVESİNDEKİ KAPALI ODA

Bu kitabın ismini de oluşturan söz konusu kule kavramı, konuyu daha iyi açıklamak için kullandığımız bir örnektir.


Dışarıda var zannettiğimiz herşey beynimizde oluşan algılardan ibarettir.

Anlamı şudur: Eğer şu anda beyninizin içinde olan dünya görüntüsünün ve kendi bedeninize ait görüntünün dışarıdaki aslıyla muhatap olduğunuzu iddia ederseniz, o zaman tüm bu görüntüleri kafatasının içinde taşıyan dev bir bedenin varlığını da kabul etmeniz gerekir. Bu durumda siz, herşeyi beyninizde algıladığınıza göre adeta dev bir kulenin tepesindeki küçük bir odaya hapsedilmiş küçük bir adam olursunuz.

Bu sonuca nasıl varıldığını aşama aşama düşünelim:

1) Şu anda gözlerinizi çevirip etrafa baktığınızda pek çok cisim görüyorsunuz. Duvarlar, eşyalar, gökyüzü, evler, insanlar, arabalar ve tüm bunların yanında bir de kendi bedeniniz. Tüm bu cisimlerin hepsi, bedeniniz de dahil olmak üzere aynı yerdeler.

2) Bu yer acaba neresi? Önceki sayfalardaki açıklamaları hatırlarsanız bu yerin başka herhangi bir yer değil, doğrudan sizin beyninizin içindeki görme merkezi olduğunu fark edebilirsiniz. Yani muhatap olduğunuz tüm dünya, kendi bedeniniz de dahil olmak üzere, kafatasınızın içinde, beyninizin arka taraflarında yer alan birkaç cm3 hacmindeki bir alandadır. Şu anda kafatasınızın içindeki bu alandaki kitaba bakıyorsunuz. Kitabı ellerinizle çevirirken gördüğünüz ve hissettiğiniz eller, beyninizin görme ve dokunma merkezlerinde yer alıyor. Bedeninizin tüm organları da aynı yerde; kafatasınızın içinde. Bu kitabı okurken oturduğunuz koltuk, koltuğun içinde bulunduğu oda da aynı yerde.

3) Peki algısıyla muhatap olduğunuz ve kafatasınızın içinde yer alan bu bedenin dışında, dışarıdaki bedeninizin aslını gördüğünüze mi inanıyorsunuz? Eğer böyle bir bedeni gördüğünüze inanıyorsanız, bilin ki onu şimdiye kadar hiç göremediniz. Nasıl bir şey olduğuna dair hiçbir kesin bilgiye sahip değilsiniz. Böyle bir bedenin nasıl olduğuna dair sadece bir varsayımda bulunabilirsiniz.


Dışarıda gördüğünüzü zannettiğiniz bir bedeniniz olduğunu iddia ediyorsanız, o zaman dev bir kulenin tepesindeki kilitli bir odada yaşayan, bu odadan hiçbir zaman çıkamayan, sadece önüne konan ekranı seyreden, hapsedilmiş bir insan olduğunuzu da kabul etmeniz gerekir.

4) Eğer bedenin aslını gördüğünüze inanıyorsanız, onun şu an gördüğünüz bedeninizin dışında yer alan bir dev olduğunu kabul etmeniz gerekir. Siz ve tüm gördükleriniz, yani odanız veya dışardaki cisimlerin tamamı bu devin kafatasındaki görme merkezinde yer aldığına göre, onun maddesel bedeninin çok çok büyük olması gerekiyor. Şu an bulunduğunuz mekandan daha aşağıda omuzları, kolları, gövdesi, bacakları ve ayakları uzanıyor olmalı. (Eğer o da sizin gibi iki kollu, iki bacaklı bir insansa.)

5) Bu durumda, siz bir devin kafatasında yaşayan bir minyatür insan olursunuz. Bir başka deyişle, dev bir kulenin tepesindeki kilitli bir odada yaşayan, bu odadan hiçbir zaman çıkamayan, sadece önüne konan ekranı seyreden, hapsedilmiş bir insan olursunuz. Kule, aslını gördüğünüzü iddia ettiğiniz bedeniniz, gördüğünüz beden ise kulenin tepesinde hapsolmuş olan küçük adamdır.

Bu dev kuleyi (yani aslını gördüğünüzü sandığınız bedeninizi) hiç göremezsiniz. Çünkü kulenin tepesindeki küçük karanlık odaya kilitlenmişsinizdir. Hayatınız boyunca o odadan çıkamazsınız. O karanlık odanın duvarlarına yansıtılan görüntüleri izlersiniz. Bu görüntülerdeki bazı cisimler (örneğin yıldızlar) size belki milyonlarca kilometre uzaklıkta gibi gelebilir. Oysa gerçekte hep aynı küçük odanın içindesinizdir.

Bu konuyu daha iyi anlamak için, televizyonlarda sıkça rastladığımız fantastik çizgi filmlerden de bir örnek verebiliriz. Bu çizgi filmlerin bazılarında dev bir beden, kafatasındaki kontrol merkezinde oturan bir kişi tarafından kontrol edilir. Mesela "Voltran" adlı ünlü çizgi filmde, dev robotlar, kafa bölümündeki merkezde oturan bir adam tarafından yönetilirler. Dev robot bu insanın emirlerine göre hareket eder. Adam, dev bir kule büyüklüğündeki robotun içinde oturan küçük bir vücuttur.

İşte eğer şu an gördüğünüz, hissettiğiniz bedenin aslıyla muhatap olduğunuza inanıyorsanız, böyle bir sistemi kabul etmeniz lazım. Bir başka deyişle, adeta "bir kulenin tepesindeki odada oturan küçük adam" veya "dev bir robotun tepesinde oturan küçük adam" olduğunuzu kabul etmeniz gerekiyor.


Voltran" adlı ünlü çizgi filmde,dev robotlar, kafa bölümündeki merkezde oturan bir adam tarafından yönetilirler.

Eğer şu an gördüğünüz, hissettiğiniz bedenin yaklaşık 1.80 metre civarında bir boyu olduğunu düşünüyorsanız, yapılacak kıyaslamada, dışarıda aslıyla muhatap olduğunuzu kabul ettiğiniz bedenin, birkaç cm3 boyutundaki algı merkezlerine göre bir dev haline geldiğini de kabul etmelisiniz. Eğer vücudunuz bir kule, bunları algılayan "Ben" de o kulenin tepesindeki hücrede yaşayan bir insan olarak düşünülürse, bu kulenin boyu yüzlerce metreyi bulmalıdır. Eğer "ben" dediğiniz vücut görüntünüz 1.80 metre ise, aslıyla muhatap olduğunuzu kabul ettiğiniz beden de yüzlerce metre boyunda olmalıdır.

Bu konuyu şöyle bir örnekle daha açıklayabiliriz: Beyninde gördüğü arabanın dışarıdaki aslıyla muhatap olduğunu sanan kişinin şunları düşünmesi gerekir.

-Arabaya ait görüntü insanın beynindeki görme merkezinde oluşur. Görme merkezi ise toplam birkaç cm3 boyutundaki bir alandır. Eğer bu alana birkaç metre boyunda bir arabanın görüntüsü sığıyorsa, bu alanın da en az bu genişlikte olması gerekir.

-Eğer bu alan birkaç metre genişliğindeyse bu durumda insan beyninin de bu alanla orantılı şekilde çok büyük boyutlarda olması gerekir.

-Eğer insan beyni böylesine geniş bir yer kaplıyorsa, insanın vücudunun da yine beyniyle doğru orantılı olarak kilometrelerce uzunlukta olması gerekir.

Burada sadece bir arabayı gören kişiden söz edildi. Aynı durumu kilometrelerce uzayan bir vadiye bakan kişi için düşünelim. Eğer vadinin aslını gördüğünü iddia ediyorsa, bu kişinin görme merkezinin de aynı şekilde en az kilometrelerce karelik bir alan kaplaması gerekir. Bu durumda insanın beyni, iç organları, kolları, bacakları da bununla orantılı şekilde dev bir boyuta dönüşmelidir.

Böyle bir şey söz konusu olmadığına göre, dışarıda birkaç metrelik bir arabanın veya kilometrelerce kare yer kaplayan bir vadinin var olduğunu ve insanın da bunların asılları ile muhatap olduğunu iddia etmek son derece mantıksız değil midir?

Kuleye İnanmanın Saçmalığı


Kuledeki küçük adam, bizim iddiamız değildir. Materyalistlerin iddia ettikleri düşüncenin doğal bir sonucudur. Maddenin varlığının mutlak olduğu yanılgısında ısrar eden, bizim maddenin aslıyla muhatap olduğumuzu savunan bir materyalist, bu ilginç sonucu savunmak durumundadır. Çünkü, gördüğü ve hissettiği bedeninin dışında, bu bedeni ve onun bulunduğu alanı tepesinde taşıyan bir başka beden daha bulunduğunu iddia etmektedir.

Bunu detaylı olarak düşündükçe, materyalist iddianın ne denli saçma bir tablo çizdiği açıkça görülür.

Aslında materyalistler, kendilerine bile ürkütücü gelecek bir canlıyı insan olarak tarif etmektedir. Bu korkutucu manzarayı biraz tarif edelim: Materyalist, tüm evreni kafasının içinde minik bir yerde taşıyıp, ona yakından bakan dev birini tarif etmektedir. Güneş, Ay, yıldızlar ve tüm ışık kaynakları beyninin içinde olduğu için de, söz konusu dev, kaçınılmaz olarak karanlıkta gezmektedir. Bu devin bacakları ve kolları -bizim ölçülerimize kıyasla- yüzlerce metre uzunluktadır. Yani materyalist, derin karanlıkta, beyninin içinde taşıdığı evrenle birlikte gezen, nereye gittiğini kimsenin bilmediği koca bir devin insan olduğu sonucuna varır.

Ancak dikkat edilirse, söz konusu dev adamın varlığına inanmak, sadece materyalist felsefenin bir gereğidir. Çünkü gördüğümüz ve dokunduğumuz bedenimizin aslıyla muhatap olduğmuza inanmak için başka hiçbir gerekçe yoktur. Böyle bir bilgiye niçin inanalım? Bunun gerçek olduğuna dair dair hiçbir kanıt yokken, hiç kimse böyle bir beden görmemiş, duymamış, ona dokunmamış, yaptığı herhangi bir şeyin izine rastlamamış iken, niçin bu garip dev adamın varlığını kabul edelim?

Materyalist felsefeyi körü körüne kabul etmek dışında, böyle hayali bir maddesel adamın varlığına inanmak için bir sebep yoktur.

HİS VE VEHİM MERTEBESİNDE YARATILMIŞ OLAN MADDE

Bu durum bizi çok önemli bir gerçeğe götürür: Muhatap olduğumuz dünya bir algılar dünyası olduğuna göre, tüm bu algıları sonsuz bilgi, akıl ve güce sahip olan bir Yaratıcı yaratmakta ve bize göstermektedir. O Yaratıcı, Kuran'da geçen ifadeyle "alemlerin Rabbi" olan Yüce Allah'tır.

Bu büyük gerçeğin daha da açık ifadesi şudur: Tüm varlıkları Allah yoktan yaratmıştır. Ancak tüm varlıklar, İslam alimlerinin ifadesiyle "his ve vehim" mertebesinde, yani birer algı olarak yaratılmıştır. Allah insana Kendi ruhundan üflediği için, insan bu algıların bir kısmını algılar ve bunlara "dünya, evren, madde, cisim" gibi isimler verir. Bu isimleri de zaten insana Allah öğretmiştir. Allah'ın yaratmış olduğu bu algıların hepsi, O'na kayıtsız şartsız boyun eğmiştir ve O'nun dilemesiyle hareket eder. Yaratılmış varlıkların Allah'tan bağımsız bir varlığı yoktur. Ancak Allah gerçektir, diğer herşey O'nun vehim mertebesinde yarattığı hayallerdir.

... Onlar hayatın dışta olanın bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır.
(Rum suresi, 6-7)

... Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.
(Maide Suresi, 105)

İslam tarihinin en büyük alimlerinden biri olarak kabul edilen İmam Rabbani, Mektubat adlı eserinde bunu şöyle açıklamıştır:

Var olan Allah idi, onunla bir şey yoktu.

Vakta ki, saklı kemalatının zuhura gelmesini murad etti (açığa çıkmasını istedi); isimlerinden her birine bir mazhar (görünme yeri) talep etti. Ta ki, o mazhara, kemalatını tecelli ettire. Onun vücud mazhariyetini ve tevabiini ise, ademden (yokluktan) başka bir şey kabul etmedi. Çünkü... vücudun (varlığın) mukabili ve mübayini (tersi), yalnız ademdir (yokluktur).

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, Sübhan Hak, kemal-i kudreti ile, adem (yokluk) aleminde isimlerden her bir isim için mazharlardan bir mazhar tayin etti. Ve onu, his ve vehim mertebesinde yarattı. Hem de dilediği vakitte ve istediği şekilde... Alemin sübutu (sabitliği), his ve vehim mertebesinde olup hariç mertebede değildir... Hariçte (dışarıda) dahi, yüce Vacib Zat'ın (Allah'ın) zat ve sıfatlarından başkası da sabit ve mevcud olmaya... (Mektubat-ı Rabbani, 470. Mektup, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayınevi, 1983, s. 517-18)

İmam Rabbani, bir başka mektubunda ise, tüm maddi alemin sadece vehim mertebesinde yaratılmış olduğunu bir kez daha şöyle vurgular:

Yukarıda şöyle bir cümle kullandım: 'Sübhan Hak'kın halkı (Allah'ın yaratışı), his ve vehim mertebesindedir.' Bunun manası şu demeye gelir: 'Allah-u Teala, eşyayı öyle bir mertebede yaratmıştır ki, o mertebede eşya için his ve vehimden gayrı bir yerde sübut (sabitlik) ve husul (varlık) yoktur. (Mektubat-ı Rabbani, 357. Mektup, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayınevi, 1983, s. 163)

Dikkat edilirse, İmam Rabbani, bizim gördüğümüz alemin, yani tüm varlıkların "vehim mertebesinde", yani algı düzeyinde yaratıldığını özellikle vurgulamaktadır. Bu vehim mertebesindeki alemin dışında (hariçte) ise sadece Allah'ın Zatı vardır.

Görüldüğü gibi, modern fizik ve fizyoloji sonucunda ulaştığımız teknik gerçekler, bizlere İslam bilginleri tarafından asırlar önce haber verilmiş bir gerçeği teyid etmektedir: Madde bir hayaldir, asıl olan ise maddeyi yoktan var eden Yüce Allah'tır.

MATERYALİZM: DÜNYA HAYATININ GERÇEK ZANNEDİLEN ZAHİRİ YORUMU

Burada anlattığımız gerçek, kavrandığında, insanların hayata olan bakışını kökten d eğiştirecek çok büyük bir sırdır.

İnsanların çok büyük bir bölümü, bu sırdan habersiz yaşar. Gözleriyle gördükleri, elleriyle tuttukları ve adına "madde" dedikleri algıları mutlak birer gerçek zannederler. Bu yanılgıya düşen insanların iki bakış açısı mevcuttur:

1) Materyalizm: Maddeyi mutlak gerçek sanan insanların bir bölümü, madde dışında bir şey bulunmadığı yanılgısını ileri sürer. Bu batıl inancın felsefedeki ismi materyalizm, yani maddeciliktir. Materyalistler Allah'ın apaçık olan varlığını cahilce inkar ederler. Ruhun varlığını ve ölümden sonra yaşamın varlığını da inkar ederler.

2) Yarı Materyalizm: Maddeyi mutlak gerçek sanan insanların bir bölümü de, maddenin dışında da bir varlık boyutu bulunduğuna inanır, ancak yine de maddenin "mutlak varlık" olduğu, diğer varlık boyutunun buna göre daha izafi olduğu zannındadır. Yaygın olarak kullanılan "metafizik" (fizik ötesi) veya "doğa üstü" gibi kavramların altında bu yanılgı yatar. Bu inanca sahip insanlar, maddenin mutlak bir varlığa sahip bulunduğunu, Allah'ın ise (Allah'ı tenzih ederiz) adeta radyo dalgaları gibi olduğunu zannederler. Allah'ın "gökte" veya evrenin bir başka yerinde bulunduğu gibi batıl inanışlar da aynı yanılgının sonuçlarıdır.

Bu iki bakış açısı da büyük bir yanılgıdır ve dünyanın gerçek mahiyetini kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle haber verir:

O, dilediğine yardım eder. O, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir. (Bu,) Allah'ın va’didir; Allah, vadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatından dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır. (Rum Suresi, 5-7)

Ayette geçen "dışta" kelimesinin Arapça aslı "zahir" kelimesidir. "Zahir" kavramı, "dış görünüm" anlamına gelir. Bunun karşılığı olarak da "batın" kavramı vardır ve olayların dışarıya görünmeyen aslı, iç yüzü anlamına gelir. İnkarcılar dünyanın sadece zahirini bilirler. Bu nedenle Allah'ın varlığını, kudretini, tüm varlıklar üzerindeki hakimiyetini anlayamazlar. Bazısı Allah'ı inkar eder ve materyalist olur, bazısı ise Allah'ın varlığına iman eder, ancak O'nun kudretini kavrayamaz ve yarı materyalist olur. Kuran'da, Allah'ın varlığına inanan, ancak O'nun sonsuz kudretini, herşey üzerindeki mutlak hakimiyetini kavrayamayan ve bu yüzden çeşitli varlıkları Allah'a şirk koşan insanlardan detaylı olarak bahsedilmektedir.

Maddenin sadece zihnimizde algıladığımız halini bildiğimizi kavrayan insan ise, bu saydığımız yanılgılardan tümüyle kurtulur ve dünya hayatının batınını bilmiş olur.

Bu batının önemli bir yönü, mekan kavramının ortadan kalkmasıdır.

MEKAN KAVRAMININ ORTADAN KALKMASI

Madde dediğimiz herşeyin (kendi bedenimiz, etrafımızdaki cisimler, üzerine bastığımız zemin, güneş, gezegenler, yıldızlar vs.) aslında beynimizde algıladığımız halini biliriz; aynı rüyalarımızdaki gibi. Dolayısıyla bunların gerçekte nasıl olduklarını bilmeyiz.

Bu gerçeği kavrayan insan, insanların çoğunun içine düştüğü yanılgılardan kurtulur. Bu yanılgıların başında, mekan kavramına olan inançtan kaynaklanan "Allah nerede" sorusu gelir. İnsanların çoğu Allah'ı (Allah'ı tenzih ederiz) uzakta, gökte veya evrenin bir başka köşesinde zannederler. Bu cahilce inanış, Kuran'da Firavun kıssasında belirtilmektedir. Firavun, büyük bir cahilikle, Mısır'ın Rabbinin kendisi olduğunu iddia ederken (Allah'ı tenzih ederiz) Allah'ın gökte olduğunu iddia etmiştir. Bunu haber veren ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Firavun (alayla) dedi ki: "Ey Haman, bana yüksek bir kule bina et; belki o yollara ulaşabilirim, göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim... (Mümin Suresi, 36-37)

Oysa gerçekte, Allah her yerdedir ve herşeyi kuşatmıştır. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şöyle açıklanır:

Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)

Allah, tek mutlak varlık olarak, tüm kainatı, tüm insanları, yerleri, gökleri, her yeri sarıp kuşatmıştır ve Allah tüm evrende tecelli etmektedir. Hadislerde rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sav), Allah'ın gökte olduğunu söyleyen bir şahsa doğru söylediğini bildirmiştir. Ancak bu rivayet, Allah'ın heryerde olduğu gerçeğiyle hiçbir şekilde çelişmemektedir. Zira, dünyanın sizin bulunduğunuz noktasındaki bir kişi ellerini göğe kaldırarak Allah'a dua etse ve Allah'ın gökte olduğunu düşünse, Güney Kutbu'nda bir başka insan da aynı şekilde Allah'a yönelse, Kuzey Kutbu'nda bir insan ellerini göğe kaldırsa, Japonya'daki bir insan, Amerika'daki bir insan, Ekvator'daki bir insan da aynı şekilde ellerini göğe kaldırarak Allah'a yönelse, bu durumda herhangi bir sabit yönden söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde evrenin ve uzayın farklı noktalarındaki cinler, melekler, şeytanlar da göğe doğru dua etse herhangi bir sabit gökten veya yönden söz etmek mümkün olmayacak, tüm evreni kaplayan bir durum olacaktır. Siz her nereye dönerseniz, Allah'ın tecellisi oradadır.

Allah her yerde olduğu için, bize başka herşeyden daha yakındır. Bu, insanların çoğunun aldandığı "mesafe" algısını ortadan kaldıran bir gerçektir. İnsanlar genellikle kendi bedenlerinin yanında gördükleri varlıkları "yakın" olarak adlandırırlar. "Size en yakın cisim nedir" diye sorulsa, buna, "kıyafetlerim, saatim, gözlüğüm" diye veya "kendi bedenim" diye cevap vereceklerdir. Oysa Allah insana tüm bu sayılanlardan daha yakındır. Bir Kuran ayetinde bu sır şöyle haber verilir:

Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız. (Kaf Suresi, 16)

Bu gerçeği kavrayan insan, Allah'ın kendisinin tek dostu, tek velisi, tek yardımcısı olduğunu anlar. Böylece Kuran'ın ilk suresi olan Fatiha Suresi'ndeki "Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen'den yardım dileriz" şeklindeki duanın sırrına vakıf olur. Aynı şekilde, dünyadaki tüm işlerin Allah'ın dilemesiyle gerçekleştiğini, O'nun belirlediği kadere göre işlediğini, hiçbir insanın ve varlığın Allah'ın iradesi dışına çıkamayacağını da anlar. Bu, aşağıdaki Kuran ayetinde bildirilen sırrın kavranmasıdır:

Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. (Rum Suresi, 26)

Mekanın bir algı olduğunun anlaşılması, ahiret hayatının nasıl yaşanacağı konusundaki yanlış anlama ve kuşkuları da ortadan kaldırır. Ahirete inanmayan ya da ahiretin varlığı konusunda kuşkusu bulunan insanların çoğu, son derece sabit ve kararlı sandığı evrenin nasıl yok olup da, bunun yerine cennet ve cehennemi içeren yepyeni bir alem kurulacağını anlayamaz. Oysa sabit ve kararlı sandığı evren, Allah'ın onun ruhuna gösterdiği bir algılar bütününden ibarettir. Bir algının yok olup, yerine bir başkasının insana verilmesi ise Allah için çok kolaydır. İnsan gece uyuduğunda gördüğü rüyadan nasıl bir anda uyanabiliyor ve bambaşka bir aleme ("gerçek dünya" sandığı bu dünyaya) geçiş yapabiliyorsa, dünya hayatından ahiret hayatına da o şekilde geçiş yapacaktır. Sabit ve kararlı sandığı, oysa gerçekte Allah'ın her an yaratmasıyla ayakta duran evren, büyük bir kıyametle yok olacak ve ardından cennet ve cehennem yaratılacaktır.

Maddenin bir hayal olduğunu, mekan zihnimizdeki bir algı olduğu, Allah'ın his ve vehim mertebesinde yarattığı bir dünyada yaşadığını anlayan insan, daha pek çok büyük sırra vakıf olur. İnsanların çoğundan farklı olarak, "sebepler" (yani Allah'ın yarattığı olaylar ve varlıklar) arasında boğuşmaktan kurtulur. Sebeplere ancak fiili dua olarak başvurur. Gerçekte ise her hayrın ve şerrin Allah'tan olduğunu bilir ve her işinde O'na dua edip O'ndan yardım ister. Mal ve mülk hırsına kapılmaz. İnsanların gözlerinde büyüttükleri malların ve mülklerin; örneğin görkemli evlerin, lüks arabaların, pahalı giysilerin, önemli makamların sadece zihnindeki haliyle muhatap olduğunu bildiği için bunlara bir değer vermez. Bilir ki Allah bu gösterişli süsleri insanları denemek için yaratmıştır. Bunları dileğine verir, dileğinden geri alır.

Maddenin ve mekanın bir hayal olduğunu anlayan insan, Allah'tan başka herhangi bir varlıktan korkmaktan da kurtulur. Gördüğü herşey Allah'ın yarattığı algılardır ve Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse ona bir şey yapamaz. Kendisinden çekinip-korkulmaya layık olan tek varlık Allah'tır. Bunu kavrayan insan, Allah'ın "Onlar Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır" (Ahzab Suresi, 39) ayetiyle tarif ettiği peygamberlerin üstün ahlakına kavuşmuş olur.


ALLAH'IN BELİRLEDİĞİ SEBEP-SONUÇ İLİŞKİLERİ

Maddenin ve mekanın bir hayal olduğunu anlayan insan, diğer insanların bilmediği çok önemli bir sırrı daha kavrar: Dünyada geçerli olan sebep-sonuç ilişkileri, maddenin fiziksel özelliklerinin sonucunda veya insanlar arasındaki ilişkilerin neticesinde oluşmamaktadır. Madde bir algı olduğuna göre fiziksel bir etki sahibi olamaz. Her fiziksel etki, ayrı ayrı hayal olarak yaratılır. Örneğin atılan bir taş camı kırmaz; taşın atılması ve camın kırılması görüntüleri ayrı ayrı yaratılır. Gemileri suda yüzdüren "suyun kaldırma kuvveti" veya kuşları havada tutan "havanın kaldırma kuvveti" de birer hayal olarak yaratılır. Dolayısıyla aslında bu gibi "kuvvetler"in hepsi, gerçekte Allah'a aittir. Bu gerçeğe Kuran ayetlerinde şöyle dikkat çekilir:

Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman'dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir. (Mülk Suresi, 19)

Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde onun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir. (Hac Suresi, 65)

Bu sırrı kavrayan müminin diğer insanlarla olan ilişkileri de, insanların çoğunun kabul ettiği sebep-sonuç ilişkilerinden farklı şekilde gelişir. Tüm insanları ve onların kaderlerini Allah yaratmıştır ve bu nedenle insanlar arasındaki sebep-sonuç ilişkileri de Allah'ın belirlediği şekilde olur. Örneğin bir ayette, Allah şu sırrı haber verir:

Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir. (Maide Suresi, 105)

Eğer Müslümanlar doğru yola erişirlerse, sapanlar onlara kesinlikle zarar veremeyeceklerdir. Bu, Allah'ın bir kanunudur, ancak sadece O'nun kudretini kavrayan ve O'na layıkıyla iman eden müminler için geçerlidir. Bir diğer ayette, Allah'ın bir başka kanunu şöyle haber verilir:

Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)

Bunun gibi diğer pek çok sır, iman edenler için dünyayı bambaşka bir yere çevirir. İnkar edenler için dünya hayatı (sahip oldukları tüm mal, mülk, makam ve ihtişama rağmen) türlü sıkıntı, korku, endişe ve gerilimle dolu bir azap yeri iken, müminler için cennetin bir numunesine dönüşür.

Sonuç

Bu kitapçıkta, diğer bazı kitaplarımızda detaylı olarak incelediğimiz "maddenin aslı" konusunu farklı bir açıdan inceledik. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde, Global Yayıncılık, 2001)

Kuledeki küçük adam örneği bize ilginç bir gerçeği göstermektedir:

Eğer maddenin aslıyla muhatap olduğunuza inanıyorsanız, o zaman sizin gerçek bedeniniz, şu anda gördüğünüz bedeniniz olamaz.

"Dışarıda", yani zihninizin dışında, hiç görmediğiniz, hissetmediğiniz bir başka beden daha olmalıdır.

Ve bu beden, sizin şu anda gördüğünüz bedeninizden kat kat daha büyük bir "dev"dir.

Siz de, adeta bir kulenin tepesindeki kapalı bir odaya hapsedilmiş bir mahkumsunuzdur.

Bir başka deyişle, büyük ihtimalle hayatınızın başından bu yana kabul edegeldiğiniz "bedenim bu dünyanın üzerinde yaşıyor, ben de bedenimden dışarı bakıyorum" şeklindeki varsayım, hatalıdır. Böyle bir şey mümkün değildir.

Bundan daha akılcı olan sonuç ise, "kule" diye bir şey olmadığını kabul etmektir. Çünkü bunun varlığına dair hiçbir kanıt yoktur. Bize böyle bir şeyin varlığını düşündüren tek neden, maddenin aslını bildiğimize olan önyargıdır.

Bu önyargıdan kurtulduğumuzda ise dünyanın gerçekte çok daha farklı bir yer olduğunu kavrarız:

Gördüğümüz ve hissettiğimiz herşey, Allah'ın bizim ruhumuza gösterdiği algılardır. Tek mutlak varlık ise, herşeyin Yaratıcısı olan, alemlerin Rabbi Yüce Allah'tır.


Kuledeki Adam Hakkındaki Yorumlar


GÜNÜMÜZDEKİ BİLİM ADAMLARI VE DÜŞÜNÜRLERİN BU KONUDAKİ YORUMLARI

Elinizdeki kitap yayına hazırlanırken, burada açıklanan gerçekler hakkında bazı bilim adamları ve düşünürlere sorular yöneltilmiştir. Batı'daki saygın üniversitelerin öğretim üyelerine internet üzerinden gönderilen mesajlarla, kendilerine maddenin aslına ulaşamadığımız gerçeği açıklanmış ve konudaki yorumları sorulmuştur. Cevap verenlerin büyük bölümü, bunun çok önemli bir konu olduğunu, materyalist düşüncenin bu soruya bir cevap getiremediğini, kendilerinin de bu konuda bir açıklama yapamadıklarını belirtmişlerdir. Aşağıda, bu cevapların bir kısmı yer almaktadır. (Mesajlar, İngilizce orijinallerinden tercüme edilmiştir.)

Dış dünyanın, beynin uyarıları nasıl yorumladığı ile hiç ilgisi olmaması da mümkündür. Bana göre her açıdan karşılık bulması için en kolay yol, aynı olmasıdır. Bu nedenle algılayışımız dış dünyanın tıpatıp aynısı olmasa da buna çok yakın olmalıdır. Beynimiz su dolu bir teneke içinde yüzerken, bir bilgisayar sinirler boyunca elektrik impulsları gönderiyor olabilir.

Peki ya insanlar bu konudan neden rahatsız oluyor sorusuna gelince. Sanırım insanlar dış dünyada kendilerine bir yer bulmakla çok fazla uğraşıyorlar ve kendi bilmedikleri sanal bir dış dünyada kendi yerlerini aramak istemiyorlar.

Bu çok ilgi çekici düşünceler için teşekkürler.

Denis Cousineau
Montreal Üniversitesi, KANADA
Psikoloji Bölümünde Doçent



…Teşekkürler! Değindiğiniz noktalar hayranlık verici… İnsanlar güvendikleri şeyin, düşündükleri bildikleri gibi olmadığını düşünmek istemezler veya inançlı kişilerse nefislerinin sorgulanmasını istemezler.

Fakat bana göre inanç ve bilim karşıt olamaz ve öyle de değiller. Bunlar gerçekliği bilmenin farklı yolları. Fakat her ikisi de tek bir Yaratıcı'dan olduğu için sonuçta anlaşmazlığa düşmeleri mümkün değildir. Bu nedenle bilim adamlarına yaratılış hakkındaki keşifleri konusunda müteşekkir olmalıyız ve Yaratıcı'nın bizim bilgimiz dışında, ifademiz dışında olduğunu unutmamalıyız. Çünkü Yaratıcı sonsuzdur ve yaratılanlar ise sonludur…

Bu ilgi çekici bilgi için teşekkürler.

Jill Raitt
Dini Çalışmalar Bölümü Profesörü
Missouri Üniversitesi, Columbia



Bunlar iyi sorular. Felsefecilerin uzun süredir sorduğu sorular. Bu soruları Descartes farklı bir biçimde sormuştu. Bunlar belki de beynin tüm algılarımızın nedeni olmadığını gösteriyor. Fakat bu başka soruları da akla getirecektir. İnsanlar korkuyor. Neden mi? Hızlı bir hipotezde bulunursak, çünkü bu onlara yeni olan bir konu ve algılarının kendilerine söylediklerine, yaşam biçimlerine ve rehber aldıklarına ters düşüyor.

Başarılar.

Jean-Guy Nadeau
Teoloji Bölümü
Montreal Üniversitesi, Canada



... Bizim "gerçekliğimizin" beynimizin algıyabileceği ile renklendirilmiş olduğu gerçeğinde haklısınız. Örneğin fiziksel dünyada renk denilen bir şey yoktur. Renk, beynimizin elektromanyetik radyasyona ait farklı dalga boyları hakkında yaptığı yoruma dayanan psikolojik bir fenomendir. Buna rağmen renk bizim gerçekliğimizin önemli bir parçası olarak kalır ve beynimizi, tüm dünyamızı bununla doldurur.

Aynı konu diğer algı kipleri için de yapılabilir….

Başarılar ve teşekkürler.

Boehm, Gary
Psikoloji Bölümü
Texas Christian Üniversitesi, Texas



Etkileyici... Dürüst olarak benim çalışma alanımın bu büyüleyici problemin bilimsel karmaşıklığını anlamamı zorlaştırdığını söyleyebilirim. Sorunuza göre insanlar neden bundan korkuyor, belki de insanlar anlayabildikleri şeyleri incelemek isterler ve anlamadıklarında bu onları korkutur…

Jane Marie Law
Cornell Üniversitesi, New York



... Ben şahsen insanların ruh olduğuna inanıyorum; maddi olmayan şeyler vücudlarımıza öyle bir şekilde bağlanmıştır ki hissetmemiz, düşünmemiz vb.leri beynimizin ve merkezi sinir sistemimizin fiziksel durumuna bağlıdır. Ama bu ters bir bakış açısıdır. Birçok kişi insanların maddi şeyler olduğunu, büyük bir et olduğunu düşünür. "Beyindeki mesajı gören kişi kimdir" sorunuza şöyle cevap verirler: "Siz, bu büyük et beyninizde belirli elektrik şekilleri oluştuğunda görürsünüz". Bazıları görsel deneyimin yalnızca elektrik şekli olduğunu söyler. Bu görüşe göre yeşili görmek için beyninizde yalnızca belirli bir elektrik modeli olması yeterlidir, başka bir şeye gerek yok. Diğerleri, görme hissinin maddeden ayrı olmasına rağmen elektrik şekillerinden çıktığını düşünüyorlar.

Ben şahsen beyinlerimizin inanma, ümit etme, hissetme vb.lerini yaşadığına inanmıyorum. Ben "ben"im bunları yaptığına inanıyorum ve ben kendi beynim değilim. Beynime yakından bağlıyım; o kadar yakın bağlıyım ki beynimde oluşan bir hasar bütün herşeyi yapmamı engeller. Ama beynimden farklıyım. Ben neyim? Ben şeyleri görüyorum, ben bir ruhum.

Tom Crisp
Felsefe Bölümü
Notre Dame Üniversitesi, Indiana



İnsanlar günlük yaşamlarında rahatsız olmayı sevmezler. Düzen isterler, kontrollü olmak isterler, şeylerin kendi istedikleri gibi olmasını isterler. Güvensizlikle uğraşmak istemezler, cevap alamamaktan korkarlar. Maddi durumlarına, sosyal konumlarına yapışırlar. Eğer bir dış gerçeklik olmazsa bütün bunları kaybederler. Ve insanlar yalnız kalmaktan korkarlar, bütün problemlerle kendi başlarına uğraşmaktan korkarlar. Kendi düşünce güçlerine güvenmezler ve özgür değildirler. Ve kim olduklarını tam bilmezler, kendilerini dışarıdaki şeylerle tanımlarlar. (İnsanların bu konuları konuşmaktan kaçmalarının) Sebebi bu.

Birte Schelling